Bir Londralının gözüyle İstanbul
İstanbul'da Boğaz'ın bir yakasından öbür yakasına geçerken, üzerinde Sultanahmet Camii'nin yükseldiği Sarayburnu'nu saran bulutları ve martıları seyretmek, herkesin içinde saklı duran sanatçıyı uyandırabilir. Bu bile İstanbul'da kalmak için önemli bir ned
SEAN BW PARKER
Yabancı bir şehirde yaşayan yabancılar olarak bulunduğumuz yere, kendi gündemi olan medya tarafından yaygınlaştırılan keskin önyargılar ve temelsiz düşünceler ile dolu olarak geliriz. 2003'ten beri yaşadığım İstanbul'da beni en çok şaşırtan şey, Türklerin hoşgörüsü ve sabrı olmuştur ki bu iki özellik burada geçirdiğim süre zarfında benim için gittikçe daha önem kazanmıştır. Mesela kronikleşmiş bir trafikte seyreden kalabalık bir otobüste, Türklerin sabır duygusunu adeta içselleştirdiklerini görebilirsiniz. Orada burada sadece birkaç "cık cık" ifadesi ve diş gıcırtısından başka birşey duymazsınız. Bütün bu sabırlarına rağmen bir anlaşmazlık yaşandığında ise sonuç ölüme kadar dahi uzanabilir. İstanbul'da çıkan kavgaların genellikle polis gelmeden ya da birileri hastaneye gitmeden sona erdiği pek görülmez.
SANATÇI OLMAK MÜMKÜN
İstanbul'da Boğaz'ın bir yakasından öbür yakasına geçerken, üzerinde Sultanahmet Camii'nin yükseldiği Sarayburnu'nu saran bulutları ve martıları seyretmek, herkesin içinde saklı duran sanatçıyı uyandırabilir. İşte tam da bu nedenle İstanbul'daki beş yılımı, beynimde sürekli müziğin dolaştığını hissederek geçirdim. İstanbul'u dolduran o benzersiz, kendiliğinden ve zapt edilmemiş yaratıcılık daha fazla açığa çıkarılmalı ve takdir edilmelidir.
Oysa sahip olduğu zenginlik ve çeşitliliğe rağmen Türkiye denince ülkem olan İngiltere'de akla hemen kebapçı, lezzetli ve doyurucu kelimeleri gelir. Bu kelimeler İngiltere'de birbiriyle neredeyse özdeşleşmiştir. Kadıköy'de birkaç genç Türk arkadaşla birlikte yaşayıp geleneksel Türk yemeklerinin kalitesini ile tadını keşfedene kadar aynı algı benim için de geçerliydi. Oysa geleneksel Türk yemekleri son derece sağlıklı ve doyurucudur. Kafeler ile lokantaları araştırarak geçirdiğim İstanbul'daki ilk günlerimde, yemek yerken bitişiğimdeki masada oturan bir adamın önündeki bir bardak süte hatırı sayılır miktarda tuz boca ettiğini görmüş ve yanımdaki arkadaşıma şaşkınlık içinde bu davranışın anlamını sormuştum. O da bana bunun süt değil ayran adı verilen ve yoğurt ile sudan yapılan geleneksel bir içecek olduğunu söylemişti. Bu son derece sağlıklı içeceğe alışmamım birkaç yılımı aldığını söylemeden geçemeyeceğim.
Röportajlarda ve sohbetlerde niçin İstanbul'da yaşadığımdan sonra bana en çok yöneltilen soru, İngiltere'deki yaşam kalitesini özleyip özlemediğim olmuştur. Bu soruyu anlıyorum ama basiretsiz ve abartılı buluyor, sorunun yansıttığı zihniyeti de kesinlikle paylaşmıyorum. Yaşam kalitesinin anlamı nedir? Bana göre olumlu, sevgi dolu, dürüst insanlarla çevrili olmak ve hayal gücünüzün harekete geçebileceği yaratıcı, "egzotik", büyüleyici bir tarihi mekânda yaşamaktır. Yaşam kalitesini "gelişmiş" dünyanın tanımladığı gibi yeni arabalar, mortgage taksitleri, kredi kartı borçları ve TV'deki reality showlar ile tanımlamıyorum çünkü gelişmiş ve gelişmekte olan terimlerini düşünme biçimime uygun bulmuyorum.
İSTANBUL VE LONDRA
Genelleme yapmak genellikle bizi gerçeklerden uzaklaştırır ama her halükarda genelleme yapmaktan da kaçamayız. O yüzden ben de bazı genellemeler yapacağım: İngiltere'de de birçok Türk arkadaşım vardı fakat burada gittiğim her yerde Türklerin yakınlık, haysiyet, onur, misafirperverlik ve dostluktan oluşan karakterleriyle karşılaştım. Birçok Batılı için bu derecede görünür bir açıklıkla başa çıkmak, onun samimi ve nadiren de olsa sömürücülü yapısını fark edene kadar oldukça zordur. Bütün bunlar elbette Kadıköy'de kırık bardaklarla saldırıya uğradığım ya da Taksim'de soyulduğum ve kafa yediğim gerçeğini değiştirmez. Yine de ne New Orleans, Paris, Viyana, Sevilla ne de Londra İstanbul ile boy ölçüşebilir.
İstanbul'da Birinci Köprü'den geçerken, Boğaz'ın şehre getirdiği, milyonlarca insanı serinleten Karadeniz ile Marmara rüzgârını hissedebilirsiniz. Londra'da ise kötü talihi bir koydan Kuzey Denizi'ne boşaltmadan önce sanayi atıklarını şehrin siyasi ve tarihi merkezi içinden taşıyan Thames Nehri tek başına, kahverengi ve bulanık bir şekilde akar. Londra, İngiltere'nin birçok yerinde olduğu gibi, aşırı kalabalıktır ve "Yaşlı Adam" Thames Nehri de zorlukların üstesinden gelmeye çabalamaktadır. Londra'da sadece yatay bir çizgiye bakarsınız ve denizi göremezsiniz. Şehir genellikle gri ve klastrofobiktir; sirenlerden, gürültüden, elektronik seslerden ve internet bağlantısı/radyo gevezeliklerinden başka bir şeyin duyulmadığı Londra'da çoğu zaman post-modern bir kentsel görünümle muhatap olursunuz.
İstanbul, Türkiye'nin dört bir tarafından ve diğer Türk devletlerinden gelen inanç ve kültürlerin bir arada yaşandığı bir şehir olması hasebiyle "Türk çokkültürlülüğü" diyebileceğimiz tarzda bir çokkültürlü şehir örneği arz eder. Buna karşın Londra, dünyanın farklı ülkelerinden gelen insanların, iyi niyetli siyaseten doğruculuk iyimserliğinin post-kolonyal karışım potası içerisinde bir araya geldikleri küresel ölçekte çokkültürlü bir şehirdir. Ancak yeni nesilleri ayrı tutarsak, bütün bu grupların bir türlü mutlu bir şekilde kaynaşmamaları; şehrin sokaklarının insanların kötü işlerde çalışmak zorunda kalmaları ya da iş bulamamalarının yanı sıra kültürel farklılıklardan da kaynaklanan bir gerilimle yüklüdür.
İşte Londra ile İstanbul'un farkıdır.
* Müzisyen, Çeviren: Burcu Anata
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.