Bizim kuşağın, yaklaşık 15 x 10 boyutlarında ince bir defter şeklinde, kim olduğumuzu belirten nüfus kağıtları vardı.
II. Dünya Savaşı’nı görmüş ebebeynlerimizin nüfus kağıtlarında, ekmek aldıklarını gösterir yazı ve mühür bulunurdu.
Şevket Süreyya Aydemir’in, tek adam olan Mustafa Kemal’den sonraki ikinci adam olarak nitelediği İsmet İnönü, Türkiye’yi büyük bir akıllılıkla savaşa sokmamıştı.
Ancak, çok tedbirli olduğu denk bütçeci oluşundan zaten belli olan İsmet Paşa, savaş ihtimalini dikkate alarak kemer sıkmayı ve ekmeği karneye bağlamayı da ihmal etmemişti.
‘Baby boomers’ olarak nitelenen biz 78 kuşağı gibi, 68 kuşağının çocukluk anılarında da, olası düşman uçak saldırısına hedef olunmasını engelleme amaçlı karartma gecelerin siyah store perdeleri vardır.
Radyolu günlerdi. TRT dışında bir radyo da yoktu ama, biz doğru frekansı bulmak için radyonun düğmesini çevirirken, genellikle ya Yunan ya da Arap radyosu karışırdı. Televizyon diye bir cihazın icat edildiğini duyardık.
Eğlence, aile içi sohbetlere, sadece apartman içi değil, yan apartmanlardan da komşuların katılmasıyla olurdu. Biz çocuklar, apartman içinde, üst kata alt kata iner çıkar; bazen sokakta bisiklete biner, ip atlar, top ya da seksek oynardık.
Kış gecelerinde soba üstünde çıtırdayan kestaneleri yerken, evde mis gibi bir koku olması için yediğimiz portakalların kabuklarının soba üstünde yanışıyla yayılan kokuyu içimize çekerken, 1. Dünya Savaşı’nı yaşamış olan büyükanneler kuşağının anlattıklarını dinleyince, yine de halimize şükrediyorduk.
1914-18 arasında yaşanan bir felaket olan 1.Dünya Savaşı, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirmişti.
Bilindiği gibi, dünya haritasının yeniden çizileceğinden ve Almanlar’ın kazanacağından emin olarak, Goben ve Breslav adlı iki geminin, nam-ı diğer Yavuz ve Midilli’nin Rus limanlarını bombalamasıyla savaşa girmiştik. İtilaf güçlerine karşı savaşıyorduk. Kafkas cephesi, Süveyş cephesi, Çanakkale cephesi gibi pek çok cephede savaştık ve yenildik. Savaş bitmişti ve ülkemiz işgal altındaydı artık.
İtilaf güçlerinin işgali altındaki İstanbul’da, itilaf donanmasının topları Dolmabahçe Sarayı’na dönüktü. Mustafa Mazhar Bey’in Rami’de dönümlerce araziye yayılı çiftliğinde de itilaf askerleri vardı. Dönümlerce ekili buğdaya ne olmuştu da, eşi Faika Hanım, süpürge tohumu yemek zorunda kalmıştı peki! Tek kızını da, 1918’de İspanyol gribinden toprağa vermişti bunlar yetmezmiş gibi…
Çanakkale Çephesi’nin başarılı komutanı Mustafa Kemal’in, Samsun dolaylarındaki asayişsizliği sona erdirmekle görevli olarak, Anadolu’ya gönderilmesine karar verilmesi, mucizenin habercisi olmuştu..
Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’yı da oraya çağırarak, kurtuluş planlarını, Şişli Halaskargazi Caddesi’ndeki evinde yapmıştı. Ne kutlu semttir Şişli! Mustafa Kemal Paşa’nın, tüm engellemelere karşı koymasıyla, 1919’da Kurtuluş Savaşı başlamış, ülke düşmandan temizlenmiş ve Sevr anlaşması yerini Lozan Anlaşması’na bırakmıştı. Lozan’ı eleştirenlerin, Sevr’e bir göz atmalarını gerek…
1923’te bilindiği gibi Cumhuriyet kurulmuş ve inkılaplar başlamıştı. Her şey değişiyordu. Yönetimle birlikte, din-devlet-insan ilişkileri, yasalar, kıyafetler, takvim, saat, yazı…
İstanbul da yaralarını sarmaya başlarken, başkent ünvanını Ankara’ya terk etmişti. Çok akılcı bir karardı bu.
Nüfus kağıdı ve o nüfus kağıtlarından hatırladığım ‘Ekmek almıştır’ kaşesi, beni büyüklerin anılarına götürdü. Nereden nereye geldim..! Aslında amacım kimlik (identity) konusunda yazmaktı.
Artık defter değil, kart şeklinde olan kimlik kartlarımızda, kimlik numaramız, adımız, soyadımız, doğum tarihimiz gibi bilgiler yazar. Fazlası yok..! Onlar zaten sistemde… Kentlerin de insanlar gibi kimlikleri vardır.
Kimdir İstanbul? Doğu Roma’nın başkenti, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti..! Diğer deyişle, Roma ve Osmanlı gibi, üç kıtada hüküm sürmüş en büyük imparatorluklar arasında yer alan iki imparatorluğun başkenti.
Bu şehir nasıl bir kültüre sahiptir?
Önce kültürün ne olduğunda mutabık kalalım. Bu kapsamda kültür, yaşama dair bilgi birikimi anlamında…
İnsanlar beslenme, barınma, örtünme, eğlenme gibi ihtiyaçlarını karşılarken, içinde bulundukları coğrafyadan yararlanmışlardır.
Karadenizli beslenebilmek için buğday ekecek ve hayvan otlatacak genişlikte arazi bulamadığından, denizden elde ettiği balık ve eğimli arazide ekebildiği mısır, beslenme kültürünün bir parçası olmuştur.
Buna mukabil, Güneydoğu’da deniz olmadığı, buna mukabil ekin ekmek ve hayvan otlatmak için geniş düzlükler şeklinde araziler olduğundan, et ve buğday beslenme kültürlerinin parçası olmuştur oradaki insanların…
Kuzeyli İskandinavlar, sert hava şartlarına dayanmak için avladıkları hayvanların kürklerinden yararlanmışlar. Güneyli Akdenizliler ise, sıcak hava şartlarında yetişebilen pamuk ve keten bitkilerinden giysi üretmişler kendilerine. Böylece farklı giyim kültürleri oluşmuştur.
Kent kültürüne gelince…
Kentlilerin, kendi yaşamsal ihtiyaçlarını karşılarken ürettikleri kültür olan kent kültürü, kentte yaşayan insanların kimlik özellikleri çerçevesinde şekillenirken, bir yandan da onu şekillendirir. Kültür, kentliler tarafından nesilden nesile aktarılır ama, bu aktarım esnasında değişime de uğrar.
Zira, Heraklit’in dediği gibi, ‘Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir’ ve ‘Aynı ırmağa iki kere girilmez!’ Tekrar girdiğinizde, ırmak suları, aynı ırmak suları değildir artık… Dolayısıyla, kent kimliği ve kültürü olguları, coğrafi ve tarihseldir.
Kentsel davranış, mevcut kimliksel ve kültürel boyutta, kent felsefesi paralelinde ortaya çıkar
Bir de kentsel kişilik kavramına değinmek isterim. O kent insan olsaydı, hangi sıfatlarla tanımlandırdınız?
İstanbul’u düşünün! İnsan olsaydı nasıl biri olurdu? Güzel mi? Arzulanan mı? Ya Şişli!?
Yakıştırdığınız sıfatlar, sizi yansıtıyor mu? Yansıtmıyorsa, orası size ait değildir. Eski İstanbullular, bundan dolayı Bodrum’a kaçıyor ve zarif, görgülü, saygın eski İstanbul’u orada yaratmaya çalışıyorlar! Ne yazık ki, gidenler dönmüyor!